ATATÜRK'ün Anlatımıyla Hayatı
(Mustafa Kemal Paşa, 10 Ocak 1922’de Vakit Gazetesi’nde yayımlanan, Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin'e (Yalman) verdiği mülakatında kendi hayatını anlatmıştır.)
Çocukluğuma
ilişkin ilk hatırladığım şey, okula gitmek meselesiyle ilgilidir. Bundan dolayı
annemle babam arasında aşırı bir mücadele vardı. Annem, ilâhilerle okula
başlamamı ve mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Gümrük Dairesinde memur olan
babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi’nin okuluna devam etmem ve yeni yöntem
üzerine okumamdan yanaydı.
Sonunda
babam işi ustaca bir biçimde çözümledi. Öncelikle alışılmış törenle mahalle okuluna
başladım.
Böylece
annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle okulundan çıktım.
Şemsi Efendi okuluna yazıldım.
Az
zaman sonra babam öldü. Annemle beraber dayımın yanına yerleştik. Dayım köy
hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de
bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle birlikte
bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla
uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının öteki işlerine de karışıyordum.
Böylece
biraz vakit geçince, annem okulsuz kaldığım için kaygılanmaya başladı. Sonunda Selanik'te
bulunan teyzemin evine gitmeme ve okula devam etmeme karar verildi. Selanik'te liseye
yazıldım. Okulda Kaymak Hafız isminde bir öğretmen vardı.
Bir
gün sınıfımızda ders verirken başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Öğretmen
beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün bedenim kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda
okumama karşıydı, hemen okuldan çıkardı.
Yakınımızda
Binbaşı Kadri Bey isminde bir kişi oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî ortaokula
devam ediyor ve okul giysisi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle giysi giymeye
hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu aşamaya ulaşmak için izlenmesi
gereken yolun, askerî ortaokula girmek olduğunu anlıyordum.
O
sırada annem Selanik'e gelmişti. Askerî ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem
askerlikten çekiniyordu. Asker olmama zorla engel olmaya çalışıyordu.
Kabul sınavı
zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî ortaokula giderek sınav verdim.
Böylece anneme karşı oldu bitti olmuş oldu.
Ortaokulda
en çok matematiğe ilgi duydum.
Az
zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki de daha çok bilgi sahibi
oldum. Derslerin üstünde işlerle ilgileniyordum. Yazılı sorular yazıyordum, matematik
öğretmeni de yazılı cevap veriyordu.
Öğretmenimin
ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki: “Oğlum, senin de ismin Mustafa, benim
de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa
Kemal olsun!”
O
zamandan beri adım gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı.
Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize:
“Aranızda
kimler kendine güveniyorsa kalksınlar onları çalıştırma danışmanı yapacağım”
dedi, öncelikle duraksadım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı yeğledim.
Bunlardan birinin danışmanlığı altına girdim. Görüşmenin sonunda dayanma gücüm
son noktaya geldi. Ayağa kalkarak;
“Ben
bundan iyi yaparım” dedim. Bunun üzerine öğretmen beni çalıştırma danışmanı
yaptı, eski danışmanı benim danışmanım altına verdi.
Askerî
ortaokulu bitirdiğim zaman merakım oldukça ileri gitmişti. Manastır Askerî Lisesinde
matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmayı sürdürdüm. Ancak Fransızcada geri
idim. Öğretmen benimle çok uğraşmıyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar
benim çok gücüme gitti. İlk ev izni zamanında çözüm aradım. İki, üç ay gizlice
Frerler Okulunun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla
fazla derecede Fransızca öğrendim.
O
zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu. Merhum Ömer Naci, Bursa Lisesinden kovulmuş,
bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün
kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan
hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o
zaman öğrendim. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Ancak yazı (kompozisyon)
öğretmeni diye yeni gelen bir kişi, bana şiirle uğraşmayı yasakladı.
“Bu meşgale
biçimi seni askerlikten uzaklaştırır” dedi. Bununla birlikte güzel yazı yazma isteği
bende kalıcı oldu.
Lisede
iken dirençle çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde güçlü
bir gayret vardı. Sonunda liseyi bitirdim. Harp Okuluna geçtim. Burada da matematiğe
ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta temiz gençlik düşlerine tutuldum.
Dersleri aksattım. Yılın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler
kesilince kitaplara sarıldım.
İkinci
sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine ilgi duydum. Şiir yazmaya ilişkin lise
öğretmeninin koyduğu yasağı unutmuyordum. Ancak güzel söylemek ve yazmak isteği
kalıcı idi. Ders aralarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize
alıyor “Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim”, diye yarışma ve
tartışmalar düzenliyorduk.
Harp
Okulu yıllarında siyaset düşünceleri baş gösterdi. Duruma ilişkin henüz etkili
bir düşünce oluşturamıyorduk. Sultan Hamit dönemi idi. Namık Kemal Bey'in
kitaplarını okuyorduk. Kovuşturma sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta yattıktan
sonra okumak imkânı buluyorduk. Bu gibi yurtsevercesine eserleri okuyanlara
karşı kovuşturma yapılması, işlerin içinde bir kötülük bulunduğunu sezdiriyordu.
Ancak bunun iç yüzü gözlerimiz önünde bütünüyle netleşmiyordu.
Kurmay
sınıflarına geçtik. Alışılmış derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların üstünde
olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni düşünceler açığa çıktı. Ülkenin
yönetiminde ve siyasetinde bozukluklar olduğunu keşfetmeye başladık.
Binlerce
kişiden oluşan Harp Okulu öğrencisine bu keşfimizi anlatmak isteğine kapıldık. Okulun
öğrencileri arasında okunmak üzere okulda el yazısıyla gazete kurduk.
Sınıf
içinde küçük teşkilâtımız vardı. Ben Yönetim Kurulunda idim. Gazetenin
yazılarını çoğunlukla ben yazıyordum.
O
zaman Okullar Müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi keşfetmiş, izlettiriyormuş.
Okulun müdürü Rıza Paşa isminde bir kişiydi. Bu kişinin Padişah katında İsmail
Paşa tarafından yanlışı ortaya çıkarılmış; “Okulda böyle bir öğrenci var. Ya
farkında olmuyor ya görmezden geliyor” denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak
için inkâr etmiş.
Bir
gün, gazetenin gereken yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner
dersliklerinden birine girmiş, kapıyı kapatmıştık, kapı arkasında birkaç
nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa'ya haber vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masanın üzerinde
ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmak
nedeniyle tutuklanmamızı buyurdu. Çıkarken:
“Yalnız
izinsizlikle yetinilebilinir” dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek
olmadığını söylemiş. Böyle davranmasında kendine yüklenen eksikliği ortaya
çıkarmamak çabasının etkisi olmakla beraber iyi niyeti de inkâr edilemezdi.
Kurmay
Subaylar Grubu sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak okuldan
çıktıktan sonra, İstanbul'da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak
için bir arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu
hareketlerimizin hepsi izleniyor ve biliniyordu.
Bu
sırada Fethi Bey adında, eski arkadaşlardan subay iken askerlikten uzaklaştırılmış
bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı
olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi
sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve kendisine yardım etmeye karar verdik.
İki
gün sonra kendisinin talebi üzerine bir yerde görüşecektik. Gittiğim zaman
yanında saraya mensup bir de yâver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey adında
bir kişi vardı, anında götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi
Bey, oysa ki İsmail Paşa'nın gizli polisi imiş. Bir süre hücre hapsinde kaldım.
Sonra saraya götürdüler. Sorgulandım. İsmail Paşa, başkâtip, bir de sakallı bir
adam hazır bulunuyordu. Sorgudan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilât kurduğumuzdan,
apartmanda çalıştığımızdan, özet olarak bütün bu işlerden dolayı zan altında
olmak, şüphelenilmek... Daha önceki arkadaşlar yaptıklarını kabul etmişler. Birkaç ay böyle tutuklu kaldıktan sonra
bıraktılar.
Birkaç
gün sonra, Kurmay Subaylar Grubu Dairesine tüm kurmay subay arkadaşları
çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selanik'te, yani o zamanki İkinci ve Üçüncü
Ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kura çekileceğini, ancak aramızda
anlaşırsak kuraya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim.
Biraz konuştuk. Gerçekten ufak bir anlaşma sonunda İkinci ve Üçüncü Ordulara
gidecekleri ayırdık. Bu davranış biçimini aramızda teşkilât bulunduğuna delil
diye telakki ettiler. Beni Suriye'ye sürdüler. Şam'da bir atlı asker birliğine staj
yapmaya görevlendirilmiştim. O sıralarda Dürzîlerle birtakım meseleler vardı.
Dürzîler üzerine askerî birlikler gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört
ay orada kaldım.
“Hürriyet
Cemiyeti” adında bir dernek kurduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında
benim çeşitli askerî sınıflarda staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs'e
gitmem vardı.
Böylece
hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde teşkilat yapıldı. Yafa'da, daha
fazlaca kaldım. Oradaki teşkilat daha güçlü oldu. Ancak Suriye'de istediğim derecede
iş oluşturmak imkânsız görünüyordu. Bende işin Makedonya'da daha seri gideceği
kanısı vardı. Oraya gitmek için çözüm düşünmekteydim.
Sürgüne
ilişkin hakkımda çıkan buyrukta; “Kolay araçlarla memleketine gidemeyecek bir
yere gönderilmesi” şartı vardı. Bu yüzden Makedonya'ya gitmek güçtü. O sırada,
bir yanlışlık ürünü olduğuna kuşku olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna
yanlışlık denebilir. Ancak bu yanlışlık şurada burada çalışan komite ileri
gelenlerinin çalışması sonucu olarak ortaya çıkarılmıştı.
Bu belgeye
göre izinli olarak İzmir'e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya
çıkacağını anlıyordum. Ancak o sırada Selanik'te topçu müfettişi bulunan Şükrü
Paşa'nın oldukça yurtsever bir kişi olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir
mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların seri biçimde
yapılması Makedonya'ya gitmeme bağlıydı. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum
şeyler doğru ise yol göstermesini istedim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Ancak
ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selanik'e gidersem işi
sağlamlaştıracağını dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebimize koyduk.
Makedonya'ya gitmek üzere hareket ettim. Ancak hareketin ardından meselenin ortaya
çıkması ihtimaline karşı izimi kaybettirmek için öncelikle Mısır'a, sonra
Yunanistan'a gittim. Ola ki bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa'dan
bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selanik'e girdim.
Bir gece Şükrü Paşa'yı gördüm. Benimle temas kurmaktan korkuyordu. Ben önemli
bir dayanak noktası bulmaksızın dört ay kadar Selanik'te kaldım. Bu sırada Okul
Müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi
arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyetinin bir şubesini kurdum.
Selanik'te
bulunduğumu İstanbul haber alarak, kovuşturmaya başladı. Oradan yeniden kılık
değiştirerek Yafa'ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi anında
sınıra görevlendirdim. Arandığım zaman sınır üzerinde hazır bulundum.
Toplam
iki buçuk, üç yıl Suriye'de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya'ya
aktarılmak için resmen başvurdum. Maksadıma sonunda ulaştım.
Selanik'e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyetinin
“Terakkî ve İttihat” adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey, Paris'ten
Selanik'e gelmiş. “Terakki ve İttihâd Derneği’nin tarihte yeri var. O ad
altında çalışırsa daha iyi etki eder” diye arkadaşları inandırmış. Dernek o isim
altında çalışmaya sürdürdü. Resmî görevim, kurmay subaylar grubunda mareşallik
emrinde idi. Ben bu durumda iken 1908 senesi geldi ve Meşrutiyet ilan edildi.
Meşrutiyet'ten
sonra tüm kişiler ortaya çıktı. O zamana kadar temiz ve güzel çalışıyorduk. Ben
herkesi böyle biliyordum. Şahsî gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarının
eleştirilmesi gerektiğini gördüm. Eleştirmekten çekinmedim.
Bu bir
yana atmak için ilk düşündüğüm önlem, ordunun siyasetten çekilmesi teorisiydi.
Bunu öteki arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Nihayet 31 Mart Olayı oldu. Bu olay
üzerine Makedonya'dan giden bölüğün ve ilk dönemde Edirne'den bunlara katılan güçlerin
Kurmay Başkanı olarak İstanbul'a gittim. Başlangıçta komutan Hüsnü Paşa idi.
“Hareket Ordusu” ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse anlamamıştı.
Mesele şundan ibaretti:
İstanbul'a
seslenen bir bildirge yazmak gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra elçilere seslenerek
ikinci bir bildirge yazdık. Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı
arkadaşlar “Hürriyet Ordusu” dediler. Oysa ki tüm ordu hürriyet ordusu
durumunda idi.
Hareket
hâlinde olan orduların durumunu göstermek için “Hürriyet Ordusunun operasyon güçleri”
denildi. Ben bu “operasyon” sözcüğünün Türkçeye çevirisini düşünerek “Hareket
Ordusu” deyimini kullandım.
31
Mart meselesi çözümlenince yeniden Selanik'e döndüm. Ordunun dernekten ayrılması
ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu kere daha güçlü ileri sürmeye başladım.
Meşrutiyet’in
ilanından sonra teşkilat kurmak için Trablusgarp'a gönderilmiştim. Her defa
orada İttihat ve Terakkî Kongresi'ne delege seçiliyor, ancak gitmiyorduk. Bir kere
yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Ancak
muvaffakiyet yalnız kongrenin teorik yargısı olarak kaldı, uygulanmadı. İttihat
ve Terakkînin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet'ten sonra başlayan aykırı
düşünceler son derece güçlendi ve tam bu ana dek sürdü.
Bundan
sonra yeni ordu teşkilatı yapıldı. İzzet Paşa Kurmay Başkanı oldu. Ben bu teşkilatta
Selanik Kolordusu kurmayına küçük rütbede bir subay olarak katıldım. Henüz kolağası
rütbesinde idim. Ordunun talim ve terbiyesi ile uğraşıyordum. Bundan dolayı sözlü
ve yazılı birçok eleştiriler yapmak mecburiyeti ortaya çıkıyordu. Bu eleştiriler
bilhassa eski komutanları incitiyordu. Bunun, benim tecrübeli olmaktan çok teorisyen
olduğumdan ileri geldiği düşüncesine kapılıp ceza olarak beni, 38. Piyade
Alayına komutan yaptılar. Bu tayin kızgınlık yüzünden gerçekleşmedi. Alay Komutanlığını
yerine getirdiğim sırada Selanik'te bulunan tüm garnizon birlikleri, alayın uygulamalarına
kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara öteki subayların katılımı
görüldü. O zaman Selanik'te bu çalışmalardan kuşkulandılar. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla
İstanbul'a çağırdılar. Genelkurmayda bir göreve atadılar.
Selanik'te
bulunduğum sırada Arnavutluk harekâtıyla uğraşmıştım. Öncelikle Şevket Turgut
Paşa görevli iken Mahmut Şevket Paşa kendisi Arnavutluk harekâtını ele
almıştır. Beni de Kurmay Başkanı diye birlikte götürdü.
İstanbul'a
çağırıldığım zaman İtalyanlar Trablusgarp'a saldırdılar. Ben de isim ve kılık
değiştirerek bazı arkadaşlarla beraber Mısır'a, oradan Bingazi dolaylarına
gittim. Bir yıl kadar süren savaş sırasında Bingazi kuvvetleri komutanlığında
bulundum.
Asıl
memlekette de Balkan Savaşı başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca çizgisine ve
Bolayır'ın kuzeyine geldiği bir sırada İstanbul'a döndüm.
Bu yılın
sonunda genel savaş ilan olundu. Olagelen başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağ'da
şu çok yakın zamanda kurulan 19. Tümene komutan oldum. Arıburnu'nda, Anafartalar'da
bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra, bir ay Edirne'de 16. Kolordu ile
kaldım. Sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır ve çevresine gittim. Orada
yaptığımız önemli savaşlardan biri, Bitlis ve Muş'un Ruslardan geri alınmasıdır.
Savaşın
son aşamasında bazı fikirlerim kabul edilmeyince komutayı da geri çevirerek
İstanbul’a döndüm.
O
sıralarda idi. Veliaht ile birlikte Alman genel karargâhına gittik ve Alman batı
cephesinin bazı bölümlerini gördük. Bu gözlemlerimden, Hindenburg ve Ludendorf
ile görüşmelerimden sonra geçmişteki isteklerimdeki yerindeliğe daha çok
inandım.
O
zaman oluşturduğum son fikir, genel savaşa girildiği ilk anda söylemiş olduğum düşüncenin
aynısı olarak belirdi.
Bu
geziden hasta olarak İstanbul'a geldim. İstanbul'da bir iki ay tedavi gördükten
sonra, tedavi amacıyla Viyana'ya gittim. Orada Sanatoryum’da bir ay yattım. Bir
süre de Karlsbad'da kaldım.
Diğer yandan
Sina Cephesi’nde, benim önceden raporlarda açıkladığım kötülükler aynen vaki
oldu!
Bunun üzerine Falkenhayn Almanya'ya çağırıldı,
yerine Liman von Sanders görevlendirildi. Birkaç gün sonra iki Alman
generalinin yanında padişah katına çağrıldım. Amacın beni yeniden Yedinci Orduya
göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek istediğimi
gösterdim. İlk çağrı biçiminde ısrar edildi ve bana Yedinci Orduya komutan
atandığımdan söz edilerek görev yerimde yapacağım işlerle ilgili emir verildi.
Bu emir, bana verilen görev ve yetkiyle yerine getirilemezdi. Ancak bunu anlatmaya da imkân yoktu. Sonuç
olarak önceden çekildiğim Yedinci Ordu Komutanlığına yeniden başlamak üzere
Nablus'a gittim.
Aynı
sıralarda mütareke yapılmıştı. Daha
Halep'te iken, hemen kabineyi (hükûmet) değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça
söylediğim kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim
İstanbul'a çağrılmamın yararlı olacağını açıktan açığa İstanbul'a bildirmiştim.
Gerçi kabine kuruldu, ancak benim İstanbul'a çağrılmama gerek görülmedi, nihayet
bu kabine de düştükten sonra İstanbul'a gittim.
İstanbul'a
ulaştığımda benim gözümde durum şu idi; Mebuslar
Meclisi nasıl davranılacağına kararsız idi.
Yeni görevlerinden düşmüş kişilerle ve milletvekilleriyle
ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her çevreyi rahatlatarak ülkeyi
savunmak için güçlü bir durumun ortaya çıkarılabileceği merkezinde idi. Ancak
bu düşünce gereği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclisin dağılmasına şahit
olduk.
İstanbul’un
haysiyetli kişilerince türlü isimler altında, programlar ve partiler kurularak kurtuluş
yolları aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı araştırdım. Hiçbiri bir kurtuluş
gücüne dayanmıyordu. Bundan dolayı hiçbiriyle iş birliğinden bir sonuç
beklemedim. Onaylama gücünün doğrudan doğruya millet olacağı görüşü bende çok
güçlüydü.
İstanbul'da
oluşan durumlardan, yapılan girişimlerden, özellikle durumun güçlüğü ve acıklılığından
milletin haberi yoktu. İstanbul'da oturup milleti haberdar etmek imkânı da
kalmamıştı. Bundan dolayı yapılacak şeyin İstanbul'dan çıkıp milletin içine
girmek ve orada çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun yapılış biçimini
düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla görüştüğüm sıradaydı ki; hükûmet beni Ordu
Müfettişi olarak Anadolu'ya göndermeyi önerdi. Bu öneriyi hemen seve seve kabul
ettim ve tam Yunanların İzmir'e girdiği gün idi ki İstanbul'dan ayrıldım.
Benim
düşündüğüm şu idi: Her tarafta türlü isimler altında birtakım teşekküller
başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı isim altında birleştirerek bütün
milleti ilgilendirmek ve tüm orduyu da bu amaç için çalıştırmak lâzımdı.
Anadolu'ya girdiğim zaman, daha ordu müfettişi sıfat ve yetkisi üzerimde iken
bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda hâsıl oldu.
İzlediğim
çalışma biçimi İstanbul'ca bilinince beni İstanbul'a çağırmak istediler.
Gitmedim. Sonuç olarak istifa ettim.
Milletin
bir bireyi olarak Erzurum Kongresi'ne katıldım. Erzurum Kongresi'nde belirlenen
esasları tüm ülkeye yaymak amacıyla Sivas'ta da bir kongre yapıldı. Bu
kongrelerin oluşturduğu Temsil Heyeti adındaki heyetle kongrelerin kararlarını
uyguladık.
Milletvekillerinin
yeniden seçilmesi, Meclisin İstanbul'da açılması sağlanmışsa da Meclisin işgale
uğraması üzerine, Türkiye Büyük Millet Meclisini oluşturmaya girişilmiş ve böylece
23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu'nda bulunup adı geçen kanunun özünü anlatan ve ilk projede anılan
ilkelerin kökenine gelince; gerçekte öteden beri millî egemenliğin en iyi
temsili imkanı olacağına ilişkin teorik olarak bazı araştırmalar ve teorik
incelemelerden benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: Millî egemenliğin tümüyle ortaya
çıkması, bunun gerçek sahibi olan tüm insanların bir araya gelip bunu gerçekten
kullanmasıyla mümkündür. Ancak tüm Türk halkının toplanmasıyla bu amacın
gerçekleştirilmesine uygulanabilir bir çözüm olsa bunların yetki sahibi
vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Millî egemenliğimizin bir
kişi ya da sınırlı kişilerden oluşan bir kurul tarafından temsil edilmesi yüzünden
ülkeyi ve milleti baskıcılıktan kurtaramadığımız tarihî olaylar ile delil
müsbit olduğundan herhâlde bu temsil hakkını olabildiğince çok insandan oluşan
ve vekillik süresini az bir kurulla temsil etmek ve ortaya çıkarmak bence tek
çözümdü. Ülke içinde ve millet içinde önce ve sonra yapmış olduğum araştırmalar
ve incelemeler de bana bu düşüncenin uygulanmasında büyük imkânlar ve isabetler
olduğu kanaatini vermiştir.
Herhâlde halkımızı yönetim ile yakından ilgilenmek,
yani idareyi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir yönetim şeklini
kurmak hem millî egemenliğin gerçek olarak temsili ve hem de bu sayede halkın
benliğini anlaması bakımından gerekliydi. İşte bu düşüncelerin bu araştırmaların
esin kaynağı olarak proje yapılmıştı.
Halkçılık
teşkilatı en ufak daireye kadar yayıldığında elde edilecek sonucun daha büyük
ve verimli olacağına kuşku yoktur. Ülke ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri
ve savaş hâlini de düşünürsek Meclisin çalışmalarının sonucunu ve oradaki başarılarını
takdir etmemek imkânsızdır.
Misak-ı
Millî, barış yapmak için en akıllıca ve asgari şartlarımızı içeren bir
programdır. Barışa ulaşmak için toplatacağımız ilkeleri içerir. Ancak ülke ve
milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu
için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır.
Barıştan
sonraki çalışmada başarılı olabilmek, milletin bağımsızlığının korunmasına
bağlıdır. Misak-ı Millî’nin amacı onu sağlamaktır. Ülke ve milletin geleceğinden
asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan yönetim teşkilatının tümüyle
yayılması ve biçimlendirilmesi ve uygulanmasıyla birlikte ekonomik durumumuzun millî
refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirilme ve canlandırılmasına bağlıdır.
Bu gerçeklikleri,
millî iman tanıyarak koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de eğitimimizi
tamamen uygulanabilir ve gerçek ihtiyacımıza uygun bir program çerçevesinde
canlandırmak gerekir. Bu noktalarda başarı ile ülke bayındır hâle getirilecek
ve millet zenginleştirilebilecektir.
Küçük
bir program kadrosu söylemek gerekirse; teşkilât baştan sona kadar halk
teşkilâtı olacaktır. Genel yönetimi halkın eline vereceğiz. Bu toplantı
kurulunda hak sahibi olmak, herkesin gayret içinde olması kuralına dayanacaktır.
Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır.
Düzeltilecek
şeyler, ekonomi ve eğitimdir. Böylece
ülke bayındır hâle getirilecek, millet refah sahibi olacaktır.
Hiçbir
millet ve ülkeye karşı saldırı düşüncesi beslemeyiz. Ancak varlığımızı korumak
ve bağımsızlık için, bir de ülkemizin bu dediğimiz alanda gönül rahatlığı ve sonsuz
inançla çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak her zaman ülke ve
milletimizi savunmaya gücü yetecek bir orduya sahip olmak idealimizdir.
Yönetim
kurulumuzda tüm bu ilkelerin korunması tabiîdir. Buna göre hükûmet, doğrudan
doğruya Büyük Millet Meclisinin kendisidir. Böyle yönetim işlerini ülkede
yapacak olan bir kurulun, türlü düşünce ve inançlar çevresinde toplanmış
partilerden çok, ortak temel noktalara saygı gösteren kaynaşmış ve dayanışmacı
bir kurul olması istenmeye değerdir. Ancak toplumsal esaslarımızın kaynağı olan
millette şimdilik hayat ve gerçek mutluluklarını üstüne alan kamuoyunu
kapsayacak bir biçimde belirsiz olduğundan bundan yararlanarak kendi düşünce ve
inançlarının yerindeliği düşüncesinde direnecek bazı insanların yine bazı
kimseleri kendi görüşlerine bağlaması ve sonuç olarak parti hâlinde kuruluşlar oluşturmanın
olabilirliği yüksektir.
Buna karşılık
bazı özel inanışların varlığı belki de düşüncelerin çarpışması için yararlı olabilir.
Ancak eskisi gibi millet ve ülkeden kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun gerçek
çıkarlarıyla hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sadece teorik ya da duygusal ve
şahsî programlar çevresinde parti kurmaya kalkışacak insanların millet
tarafından iyi kabul edileceğini sanmıyorum.
Benim tüm
düzenleme ve uygulamalarda davranış kuralı olarak esas aldığım bir şey vardır.
O da oluşturulan kurum ve kuruluşların kişiyle değil gerçekle sürdürülebildiğidir.
Bundan dolayı herhangi bir program, filanın programı olarak değil fakat milletin
ve ülkenin ihtiyacına cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli
ve saygın olabilir.
Mîsak-ı
Millî çerçevesinde varlığımızı sağladıktan sonra, gürültü çıkarıp bozgunculuk
ve kötülük edecek ve toprak genişletmek düşüncesinde bulunacak adamlar ortaya
çıkamaz. Bence buna imkân yoktur.